New joint Rule 9.2 submission to the Committee of Ministers of the Council of Europe on the execution of the European Court of Human Rights judgment in the case of Kavala v. Turkey 

Council of Europe Ministers should take further steps at their 1390th 1-3 December 2020 meeting to end Mr. Kavala’s ongoing detention immediately.

The Turkey Human Rights Litigation Support Project, Human Rights Watch, and the International Commission of Jurists have made a new Rule 9.2 submission (available here) on the European Court of Human Rights (ECtHR) judgment in Kavala v. Turkey to the Committee of Ministers of the Council of Europe.

In Kavala v. Turkey, the ECtHR found, on 10 December 2019, violations of Article 5(1) (right to liberty and security), Article 5(4) (right to a speedy decision on the lawfulness of detention), and Article 18 (limitation on use of restrictions on rights) of the European Convention on Human Rights (the Convention) in conjunction with Article 5(1). In its judgment, which became final on 11 May 2020, the Court requested the Government of Turkey to take measures to end the detention of human rights defender Osman Kavala, the applicant, and to secure his immediate release.

The Committee of Ministers, which monitors implementation of judgments of the ECtHR, reviewed Turkey’s compliance with the Court’s ruling at its 1377bis meeting of 1-3 September 2020 and 1383rd meeting of 29 September – 1 October 2020. The Committee considered that, based on the information available before it, there was a strong presumption that Osman Kavala’s ongoing detention was a continuation of the violations found by the ECtHR. The Committee of Ministers went on to urge the Turkish authorities to ensure Osman Kavala’s immediate release and an urgent conclusion of Mr. Kavala’s application pending before the Constitutional Court in line with the ECtHR’s findings, as well as the criminal proceedings concerning the Gezi Park and 15 July 2016 coup attempt. Despite the ECtHR’s clear ruling and the Committee of Minister’s decisions, Mr. Kavala remains in detention. 

The submission builds on an initial submission dated 29 May 2020 from the same group of NGOs (available here) and provides a detailed analysis of the 28 September 2020 indictment drafted by the Istanbul Public Prosecutor against Osman Kavala. It underlines several developments in relation to the issue of the ongoing interference with the judiciary by the executive in Turkey, including the promotion of the Prosecutor, who drafted the indictment, to Deputy Justice Minister by the President who has been personally targeting Mr. Kavala. According to the NGOs, Mr. Kavala’s ongoing detention and the new indictment against him demonstrate that he still continues to be the subject of a campaign of persecution and all these actions targeting his legitimate human right activities as a human rights defender and civil society activist are intended to reduce him to silence and deter others from carrying out similar activities as addressed already in the ECtHR judgment. 

The NGOs conclude their submission by formulating several recommendations to the Committee of Ministers and urging the Committee, among others, to take further steps to end Mr. Kavala’s ongoing detention immediately, which has now exceeded three years, and to recognise at its upcoming meeting of 1390th 1-3 December 2020 that the continuing detention of Osman Kavala violates Article 46 of the Convention concerning the binding nature of final judgments of the ECtHR and may trigger Article 46(4) infringement proceedings against Turkey.

İnsan Hakları Savunucuları Dayanışma Ağı: Yeni Kavala iddianamesi hukukun reddidir.

İnsan hakları ve barış savunucusu Osman Kavala hakkında İstanbul Cumhuriyet Başsavcılığı tarafından hazırlanan yeni iddianame, İstanbul 36. Ağır Ceza Mahkemesi’nce 8 Ekim 2020’de kabul edildi ve Kavala’nın tutukluluğunun devamına karar verildi. Böylece Osman Kavala’nın haksız, hukuksuz tutukluluğunun yeni bir evresi başlamış oldu.

Daha önce 30. Ağır Ceza Mahkemesi’nin kabul ettiği iddianame ile Gezi protestolarını finanse etmek ve bu suretle “hükümeti ortadan kaldırmaya teşebbüs etmek” suçlamalarıyla yargılanmış ve 18 Şubat 2020’de beraat etmiş olan Osman Kavala, tutuklululuğunun derhal sonlandırılmasına dair Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi (AİHM) kararına rağmen yaklaşık 3 yıldır cezaevinde tutuluyor.

Bu yeni iddianame ile ise “devletin gizli kalması gereken bilgilerini siyasal ve askeri casusluk amacıyla temin etme” ve hakkında iki defa tahliye kararı verilmiş “Anayasal düzeni ortadan kaldırmaya teşebbüs” iddialarıyla yargılanması isteniyor.

Osman Kavala hakkındaki bu iddiaların da öncekiler gibi mesnetsiz olduklarının ispatlanacağına şüphe yok.

Zira, “hukuka aykırı” demenin bile yetersiz kaldığı bu iddianame hukukun reddi niteliğinde. Söz konusu iddiaların kendisi iç hukuka ve evrensel hukuk değerlerine meydan okuyor. Mahkeme, hiçbir somut delil içermeyen, politik önyargılar ile oluşmuş varsayımlar üzerine kurulan, birbiriyle bağlantısız olayları art arda sıralayıp farazi çıkarsamalar yapan bu iddianameyi kabul etmekle, hukukun tüm temel prensiplerini ihlal etmiş görünüyor.

Bu iddianame, Osman Kavala’yı cezaevinde tutmanın hukukun gerekliliği değil, siyasi bir kararın yansıması olduğunu bir kez daha gösteriyor.

İddianamede sıralanan faaliyetlerin tümü, sivil toplum çalışmaları çerçevesinde yürütülen yasal, meşru ve insan haklarının kullanılması niteliğinde faaliyetlerken, Osman Kavala hukuka, akla, mantığa ve vicdana aykırı bir şekilde bu faaliyetler suç fiili kabul edilerek cezaevinde tutuluyor.

İddianame, Gezi Parkı protestolarına dair yapılan yargılamada verilen beraat kararına ya da Türkiye’yi bağlayıcı AİHM’in hak ihlali kararına hiçbir şekilde değinmiyor, Savcılık mesleğinin temel etik kuralları hiçe sayılarak Osman Kavala’ya dair lehe durum ve deliller dikkate alınmıyor. Aksine, Gezi Parkı olaylarına dair başka bir yargı mercii önünde işleyen sürece müdahale edilmeye çalışılıyor, görev ve yetkisi olmadığı halde Savcılık tarafından bu konuya da iddianamede geniş bir şekilde yer veriliyor.

AİHM’nin gerek Gezi protestolarına gerekse de darbe girişimine dayalı tutuklamanın hukuka aykırılığına dair kararına, Avrupa Konseyi Bakanlar Komitesi’nin devam eden tutukluluğun derhal sonlandırılması çağrısına, hakkında verilen beraat ve tahliye kararlarına rağmen Osman Kavala’nın hâlâ cezaevinde tutulması, “ya tutarsa” mantığı ile hazırlanan yeni iddianameler ve hukuki süreçler ile ağır mağduriyet durumunun sürdürülmesi kabul edilemez.

Biz insan hakları savunucuları olarak tekrar ediyoruz: Osman Kavala’dan suçlu çıkaramazsınız.

Osman Kavala’nın, bırakın 1079 gündür özgürlüğünden edilmesini haklı çıkaracak, hakkında soruşturma açılmasını sağlayacak bile herhangi bir delil yoktur.

Türkiye’nin uygulamakla yükümlü olduğu AİHM kararı ve Avrupa Konseyi Bakanlar Komitesi çağrılarının gereği yapılmalı, Osman Kavala derhal serbest bırakılmalı, hakkındaki tüm mesnetsiz, hukuksuz, haksız suçlamalar düşürülmelidir.

İnsan Hakları Savunucuları Dayanışma Ağı

Civil Rights Defenders, Eşit Haklar İçin İzleme Derneği, Hak İnisiyatifi Derneği, Hakikat Adalet Hafıza Merkezi, İnsan Hakları Derneği İstanbul Şubesi, İnsan Hakları Gündemi Derneği, Kırkayak Kültür, Medya ve Hukuk Çalışmaları Derneği, Özgürlük İçin Hukukçular Derneği, Punto 24 Bağımsız Gazetecilik Derneği, Research Institute on Turkey, Sivil Alan Araştırmaları Derneği, Turkey Human Rights Litigation Support Project, Türkiye-Almanya Kültür Forumu, Türkiye İnsan Hakları Vakfı, Uluslararası Af Örgütü, Yaşam Bellek Özgürlük Derneği, Yurttaşlık Derneği

İnsan Hakları Savunucuları Dayanışma Ağı, insan haklarını savunmanın evrensel bir hak olduğundan hareketle, insan hakları savunucularına yönelik tüm baskıların takipçisi olmak, kendi aralarında haberleşme ve dayanışmayı güçlendirmek amacıyla çok sayıda insan hakları örgütünün oluşturduğu bir yapıdır.

The new Kavala indictment constitutes the denial of law, Solidarity Network for Human Rights Defenders said today.

The new bill of indictment issued by the Istanbul Chief Public Prosecutor's Office against Osman Kavala, a defender of human rights and peace, was accepted by the Istanbul 36th High Criminal Court on 8 October 2020, and the court ruled that Kavala’s pre-trial detention shall continue. Thus, a new phase of Osman Kavala’s unjust and unlawful detention has commenced. 

Osman Kavala was previously tried on the charge of financing the Gezi Park protests in an “attempt to overthrow the government” with the indictment accepted by the Istanbul 30th Heavy Penal Court and was acquitted on 18 February 2020. He has been detained in prison for nearly three years despite the judgment of the European Court of Human Rights (ECtHR) ordering his immediate release.

This new bill of indictment demands his trial on the charge of “obtaining government information that must be kept confidential, with the purpose of spying on political and military affairs,” as well as the charge of “attempting to overthrow the government” in relation to 15 July 2016 coup attempt on which two orders of release were previously issued.

There is no doubt that these allegations against Osman Kavala will be proven to be baseless, just like the previous ones.

It is because this bill of indictment, which is even beyond being “unlawful,” constitutes the denial of law. These allegations themselves defy domestic law and universal legal values. The court seems to have violated all the basic principles of law by accepting this bill of indictment, which contains no concrete evidence, is based on assumptions made with political prejudices, and makes hypothetical inferences by mentioning disconnected events one after another.

This bill of indictment proves once again that the reason behind detention of Osman Kavala is not a necessity of law enforcement, but a political decision.

While all the actions listed in the bill of indictment constitute the exercise of legal and legitimate human rights activities of civil society activists and NGOs, Osman Kavala has been detained in an unlawful, unreasonable, illogical, and unconscionable manner by considering these actions an offense.

The bill of indictment does not in any way refer to Osman Kavala’s acquittal in the Gezi Park case or the binding judgment of the ECtHR, which found violation of his rights and freedoms, and disregards the facts and evidence in favor of Osman Kavala by ignoring the basic ethical rules of the profession of prosecution. On the contrary, it attempts to intervene in the judicial process carried out before another judicial authority regarding the Gezi Park events, and the prosecution covers this issue in detail in the bill of indictment, even though it has no duty or authority.

It is unacceptable that Osman Kavala’s detention and severe unjust treatment continues with new judicial processes and new bills of indictment issued with the thought of “let’s take our chance,” despite the judgment of the ECtHR, which ruled that the detention on the Gezi protests and the coup attempt related allegations is unlawful; the call of Committee of Ministers of the Council of Europe for the immediate termination of his ongoing detention; and the acquittal decisions and orders of release issued in his favor.

As human rights defenders, we repeat: “You cannot make Osman Kavala look guilty.” There is no evidence that will justify the investigation against Osman Kavala, let alone deprivation of his liberty for 1079 days.

Turkey must act to fulfill its obligation to  enforce the ECtHR’s judgment and, heeding the call of the Committee of Ministers of the Council of Europe, release Osman Kavala immediately, and drop all baseless, unlawful, and unjust charges against him.

Solidarity Network for Human Rights Defenders

Amnesty International, Citizens’ Assembly Turkey, Association for Monitoring Equal Rights, Association of Lawyers for Freedom, Civic Space Studies Association, Civil Rights Defenders, Human Rights Agenda Association, Human Rights Association Istanbul Branch, Human Rights Foundation of Turkey, Kırkayak Culture, Life Memory Freedom Association, Media and Law Studies Association, Punto24 Association for Independent Journalism, Research Institute on Turkey, The Rights Initiative Association, Truth Justice Memory Center, Turkey Human Rights Litigation Support Project, Turkish-German Forum of Culture

Solidarity Network for Human Rights Defenders – Turkey is a network of human rights organisations which insists that defending human rights is a universal right. The Network is committed to strengthen solidarity and communication among its members and to challenge all forms of repression and harassment against human rights defenders.

İnsan Hakları Savunucuları Dayanışma Ağı bileşenlerinden BM yetkililerine son dönemde Türkiye’de LGBTİ+ haklarına yönelik artan tehditlere dikkat çeken acil müdahale istemli mektup

Türkiye İnsan Hakları Davalarına Destek Projesi (TLSP), İnsan Hakları Savunucuları Dayanışma Ağı bileşenleri ile birlikte 10 Ağustos 2020 tarihinde Birleşmiş Milletler (BM)  yetkililerine bir mektup göndererek (mektup metnine buradan ulaşabilirsiniz), son dönemde Türkiye’de LGBTİ+ haklarına yönelik artan tehdit ve uygulamalara dikkat çekti. Mektupta, BM yetkililerinden acil müdahale talep edildi.

BM Cinsel Yönelim ve Cinsiyet Kimliğine Dayalı Şiddet ve Ayrımcılığa Karşı Korunma Bağımsız Uzmanı, Barışçıl Toplanma ve Örgütlenme Özgürlüğü Özel Raportörü, İfade Özgürlüğünün Korunması ve Geliştirilmesi Özel Raportörü ve Terörle Mücadele Ederken İnsan Haklarının Korunması ve Geliştirilmesi Özel Raportörü’ne gönderilen mektupta;

Türkiye’de özellikle 15 Temmuz 2016 tarihli darbe girişimi sonrasında gittikçe ağırlaşan hukuk devleti ve insan hakları krizine vurgu yapıldı ve bu süreçte LGBTİ+ haklarına yönelen müdahaleler sıralandı. Bu çerçevede, OHAL sürecinde LGBTİ+ etkinliklerine ilişkin, bir kısmı hala süren yasaklardan bahsedildi. Mektupta, LGBTİ+ hak savunucularını ve bireyleri hedef alan hukuki taciz ve fiziksel saldırıların yanı sıra, sistemli ayrımcılık ve nefret söylemine de vurgu yapıldı.

Mektupta, Diyanet İşleri Başkanı Ali Erbaş’ın 24 Nisan 2020 tarihinde yaptığı ve LGBTİ+’ları hedef alan açıklaması, baroların bu açıklamaya yönelik tepkisi hatırlatıldı ve Ali Erbaş’ın açıklaması sonrası LGBTİ+’lara karşı nefret söylemindeki ciddi artış ve bu söylem sahiplerinin cezasızlık kalkanı ile korunması anlatıldı. Bu yıl Onur Haftası döneminde, pek çok üst düzey kamu görevlisi ve siyasetçi ile hükümet yanlısı medya kuruluşlarının, LGBTİ+’lara yönelik ayrımcı ve kışkırtıcı nefret söylemi kullandığını anımsatan mektupta, bu gelişmelerin, iç hukuka ve Türkiye’nin uluslararası hukuk yükümlülüklerine aykırı olduğu belirtildi.

Bu çerçevede mektupta, Anayasa’nın 26. ve 34. maddelerinin, herkesin ifade ve örgütlenme özgürlüğünü güvence altına aldığı; 10. maddenin de, “Herkes, dil, ırk, renk, cinsiyet, siyasî düşünce, felsefî inanç, din, mezhep ve benzeri sebeplerle ayırım gözetilmeksizin kanun önünde eşittir” düzenlemesini içerdiği hatırlatıldı. Ayrıca, Anayasa’nın 90. maddesi gereği, iç hukuk ile Türkiye’nin taraf olduğu uluslararası insan hakları sözleşmeleri arasında çelişki oluşması halinde, uluslararası sözleşme hükümlerinin esas alınması gerektiği vurgulandı.

Mektupta, Anayasa ve yasaların lafzında cinsel yönelim ve cinsiyet kimliğine dayalı ayrımcılık ifadeleri açıkça yer almasa da,  yukarıda yer alan Anayasal ilkeler ve Türkiye’nin uluslararası hukuk yükümlülükleri ile birlikte Türk Ceza Kanunu’nun eşitliği düzenleyen 3. maddesi, ayrımcılığı ve nefret söylemini suç olarak düzenleyen 122. ve halkı farklı özelliklere sahip bir kesime karşı kin ve düşmanlığa tahriki cezalandıran 216. maddeleri gereği de bunlara dayalı ayrımcılık veya bağlı nefret söylemi ve hedef göstermelerin hukuka aykırı olduğunun altı çizildi.

Ayrımcılık yasağının, uluslararası hukukta bir teamül hukuku kuralı olduğunu ve OHAL dönemi dahil, hiçbir şart ve koşulda, bu yasağa istisna getirilemeyeceğini vurgulayan mektupta, Türkiye’nin  bu yasağa uyma yükümlülüğünü azaltamayacağı ya da askıya alamayacağı vurgulandı.

Türkiye’nin LGBTİ+’lara yönelik yasaklayıcı politikalarının ve özellikle son dönemlerde  LGBTİ+’lara dönük üst düzey hükümet ve devlet temsilcilerinden gelen hedef gösterici nefret söylemlerinin, uluslararası ve Anayasal standartlara aykırı olduğunu anımsatan mektup, bu uygulamaların, LGBTİ+’lara karşı son derece ağır sonuçlara yol açabilecek bir şiddet yönelimini belirli bir kesim için meşrulaştırdığını veya bunun önünü açtığını belirtti.

Mektupta, Türkiye Hükümeti’nin, ulusal ve uluslararası yükümlülüklerine uygun davranması gerektiğinin altı çizilerek, LGBTİ+’lara yönelik hedef gösterici, ayrımcı nefret söylemine son verilmesi ve LGBTİ+’ların bu tür söylem ve müdahalelere karşı korunması için gerekli önlemlerin acilen alınması çağrısı yapıldı.

Bu bağlamda mektuba katılan insan hakları örgütleri, BM özel mekanizmalarını, Türkiye Hükümeti nezdinde gerekli adımların atılması için girişimde bulunmaya davet etti.

Mektup şu kurumlarin imzası ile gönderildi: Türkiye İnsan Hakları Davalarına Destek Projesi, Civil Rights Defenders, Eşit Haklar İçin İzleme Derneği, Hakikat Adalet Hafıza Merkezi, Kaos GL, London Legal Group, Medya ve Hukuk Çalışmaları Derneği, Özgürlük İçin Hukukçular Derneği, P24 Bağımsız Gazetecilik Derneği, Research Institute on Turkey, Sosyal Politikalar, Cinsiyet Kimliği ve Cinsel Yönelim Çalışmaları Derneği, Türkiye İnsan Hakları Vakfı, Yaşam Bellek Özgürlük Derneği ve Yurttaşlık Derneği. 

İletişim:

Ayşe Bingöl Demir, Eş-Direktör, info@turkeylitigationsupport.com, Twitter: @TR_Litigation

Urgent action letter to the UN on the continued discrimination and hate speech against lesbian, gay, bisexual, transgender and intersex (LGBTI+) people in Turkey

The Turkey Litigation Support Project (TLSP) and several other member organisations of Solidarity Network for Human Rights Defenders wrote a letter (available here) to the United Nations (UN) special mandate holders on 10 August 2020, underlining the recent increase in attacks on LGBTI+ people in Turkey. The letter demands an urgent intervention from the UN authorities.

The letter has been addressed to the UN Independent Expert on Sexual Orientation and Gender Identity, Special Rapporteur on the Rights to Freedom of Peaceful Assembly and Association, Special Rapporteur on the Promotion and Protection of the Right to Freedom of Opinion and Expression and the Special Rapporteur on the Promotion and Protection of Human Rights while Countering Terrorism.

The letter listed the attacks on LGBTI+ people in the aftermath of July 15, 2016 coup attempt under the increasingly diminishing rule of law and protection of human rights in Turkey. Within this context, the letter cited the bans imposed on the LGBTI+ events, some of which are still ongoing. It also stressed the legal harassment, physical attacks as well as the systematic discrimination and hate speech targeting LGBTI+ persons and rights defenders.

The letter reminded the UN special mandate holders of the recent statements made by the head of Directorate for Religious Affairs, Ali Erbaş, on April 24, 2020 targeting LGBTI+ people and the developments seen following the reaction shown by several bar associations against the statement. The letter underlined the serious increase in the hate speech against LGBTI+ persons in Turkey following Erbaş’s remarks and  the failure of the judiciary to properly prosecute those who commit crime in their remarks against LGBTI+ people. Accordingly, this year on Pride Week many high ranking state officials, politicians and pro-government media outlets used hate speech and these contradict the domestic law as well as the international legal obligations of Turkey.

The letter stressed the fact that the Turkish Constitution guarantees the right to freedom of expression and of association under Articles 26 and 34; that Article 10 of the Constitution states that “Everyone is equal before the law without distinction as to language, race, colour, sex, political opinion, philosophical belief, religion and sect, or any such grounds. “ Furthermore, according to the letter, Article 90 of the Constitution states that “In the case of a conflict between international agreements, duly put into effect, concerning fundamental rights and freedoms and the laws due to differences in provisions on the same matter, the provisions of international agreements shall prevail.”

The letter highlighted that although the concept of “discrimination based on sexual orientation and gender identity” is not included in the Constitution or other relevant laws , hate speech and discrimination is against the law based on the abovementioned Constitutional principles, international legal obligations of Turkey as well as Article 3 of the Turkish Penal Code on equality before the law, Article 122 which defines discrimination and hate speech as criminal act and, lastly, Article 216 penalising public incitement to hatred and hostility against a section of the public against another section which has a different characteristic.

The letter stated that the prohibition of discrimination is a customary rule of international law. Therefore, under any  conditions, including that of state of a emergency, can this ban be circumvented by exceptions and Turkey, accordingly, cannot derogate from its international law obligations concerning prohibition of discrimination . 

The letter further explained that Turkey’s restrictive policies towards the LGBTI+ community and the problematic language recently adopted by the high ranking government and state officials constituting hate speech can lead to grave consequences in the near future as it legitimizes, in the eyes of the government supporters, violence.

The human rights organizations which signed the letter invited the UN special mechanisms  to, among others, invite the Turkish authorities to seize the discriminatory hate speech against LGBTI+ people by the state officials, to ensure the Turkish government complies with its domestic and international law obligations and to urge Turkey to take necessary steps to protect the LGBTI+ community from any attacks.

The letter was signed by Turkey Human Rights Litigation Support Project, Civil Rights Defenders, Association for Monitoring Equal Rights (AMER), Truth, Justice and Memory Center, Kaos GL, London Legal Group, Media and Law Studies Association, Association of Lawyers for Freedom, Platform for Independent Journalism (P24), Research Institute on Turkey, Social Policy Gender Identity and Sexual Orientation Studies Association (SPoD), Human Rights Foundation of Turkey, Life Memory Freedom Association, and Citizens’ Assembly.

Contact:

Ayşe Bingöl Demir, Co-Director, info@turkeylitigationsupport.com, Twitter: @TR_Litigation

Turkey: Release Osman Kavala

Turkish authorities should immediately release human rights defender Osman Kavala, in compliance with the Council of Europe Committee of Ministers’ decision of 3 September 2020, the International Commission of Jurists (ICJ), Human Rights Watch and the Turkey Human Rights Litigation Support Project said today.

The decision followed a Committee of Ministers hearing to assess the execution of the judgment of the European Court of Human Rights in the case of Osman Kavala. The Committee, acting in its supervisory capacity for Court judgments, ordered the Turkish authorities, “to ensure the applicant’s immediate release,” pointing to, “a strong presumption that his current detention is a continuation of the violations found by the Court.”

After the finding by the European Court of Human Rights that Kavala’s detention is unlawful, the Committee of Ministers has affirmed that Turkey is continuing to violate his rights by keeping him in detention” said Roisin Pillay, director of the Europe and Central Asia Programme at the International Commission of Jurists. “European Court rulings are binding, and Osman Kavala should be released immediately.

Despite the unlawful detention and an acquittal by the Turkish criminal court presiding over his trial, Osman Kavala has been kept behind bars under a newly issued charge of “espionage” since March 2020. His lawyers are currently challenging the lawfulness of the detention before Turkey’s Constitutional Court. However, the Committee of Ministers indicated in its decision that Turkey should not wait for a ruling of the Constitutional Court but should release Kavala immediately.

In June, the ICJ, Human Rights Watch and the Turkey Human Rights Litigation Support Project  made a detailed submission to the Committee of Ministers of the Council of Europe, which oversees enforcement of European Court of Human Rights judgments. The submission argued that the sequence of events and repeated local court decisions to ensure Kavala’s detention subsequent to the European Court’s ruling in December 2019 demonstrated that Turkey was prolonging the violations found by the European Court.  

The European Court judgment in Kavala v. Turkey (Application no. 28749/18) found violations of the following provisions of the European Convention on Human Rights: Article 5(1) (right to liberty and security), Article 5(4) (right to a speedy decision on the lawfulness of detention), and the rarely used Article 18 (limitation on use of restrictions on rights) taken together with Article 5(1). The Court required Turkey to release Kavala and said that any continuation of his detention would prolong the violations and breach the obligation to abide by the judgment in accordance with Article 46(1) of the Convention.

The judgment on Osman Kavala’s case is particularly significant because it is the first final ruling of the European Court of Human Rights against Turkey in which the Court determined that, in interfering with an individual’s rights, Turkey acted in bad faith and out of political motivations, violating Article 18 of the European Convention on Human Rights. The Court said that by detaining Kavala since November 2017 and prosecuting him, the Turkish authorities had “pursued an ulterior purpose, namely to silence him as human rights defender.”

Kavala has been held in detention since November 2017, initially on bogus allegations that he used the 2013 Istanbul Gezi Park protests as a pretext for an attempt to overthrow the government, and that he was involved in the July 15, 2016 attempted military coup. On February 18, 2020, Kavala and his eight co-defendants were acquitted on charges of “attempting to overthrow the government by force and violence” in the Gezi Park trial.

But Kavala was not released, and a court ordered his detention again immediately on one of the grounds for his initial detention on 1 November 2017, namely the charge of “attempting to overthrow the Constitution by force and violence” because of the ongoing July 15, 2016 coup attempt-related investigation against him. Turkey’s President Recep Tayyip Erdoğan had publicly criticized his acquittal just before he was detained again. Weeks later a court ordered his detention a second time on another charge (“espionage”) but under the same investigation file on the coup attempt and relying on the same evidence.

The decision by the Council of Europe Committee of Ministers confirms our submission that political considerations are behind the court orders prolonging Osman Kavala’s detention , and that there has been a concerted official effort to prevent Kavala’s release,” said Emma Sinclair-Webb, Turkey director at Human Rights Watch. “Instead of complying with the European Court’s judgment, Turkey has continued to violate Kavala’s human rights.”

The targeted harassment in Turkey of rights defenders is part of a wider practice of arbitrary detentions and abusive prosecutions of journalists, elected politicians, lawyers, and other perceived government critics. This practice has been well-documented in many reports by the Council of Europe, the European Union, and human rights organizations.

The campaign of persecution against Osman Kavala and the failure to release him and drop all charges have perpetuated a chilling environment for all human rights defenders in Turkey,” said Ayşe Bingöl Demir, co-director of the Turkey Human Rights Litigation Support Project. “Ending this blatantly unlawful detention, which has been ongoing for over 1000 days, will not only play a role in preventing further violations to Osman Kavala’s rights, it will also give a strong signal to the human rights defenders community that the oversight mechanisms in place to ensure Turkey’s compliance with its international human rights obligations can still be effective.

Contact:

Ayşe Bingöl Demir, Co-Director, info@turkeylitigationsupport.com, Twitter: @TR_Litigation

Urgent action letter concerning arbitrary detention and long-term imprisonment of lawyers Ebru Timtik and Aytaç Ünsal

The Turkey Litigation Support Project (TLSP), together with 17 prominent lawyers' and human rights organisations, sent an urgent action letter (available here) to the UN Special Rapporteurs expressing serious concerns regarding arbitrary detention and long-term imprisonment of lawyers Ebru Timtik and Aytaç Ünsal in violation of fair trial principles and their right to freedom of expression. When the letter was sent on 18 August 2020, Timtik and Ünsal were on hunger strike since 2 February 2020 in demand for a fair trial. The TLSP, together with a group of lawyers’ rights organisations, previously submitted another urgent action letter on 20 May 2019, which described further instances of what seems to be a systematic practice of persecuting lawyers in order to silence and intimidate human rights defenders and those critical of the Turkish government.

The urgent action letter requests the Special Rapporteurs to urge the Turkish authorities to;

  • give Ebru Timtik and Aytaç Ünsal the opportunity to await the outcome of their appeal in freedom and facilitate their immediate release as currently their lives are further endangered in light of the hospital and prison conditions in Turkey during the COVID-19 global pandemic.

  • drop all criminal charges against Ebru Timtik and Aytaç Ünsal, to stop all forms of harassment, including judicial harassment, against these individuals as well as other lawyers and human rights defenders in Turkey, and allow them to perform their professional and lawful functions without intimidation or improper interference.

  • respect and ensure the independence of the judiciary by law and practice and to prevent judges, prosecutors and lawyers from suffering undue interferences.

  • comply with the provisions of the ICCPR, the UN Basic Principles on the Role of Lawyers, the UN Declaration on Human Rights Defenders and other international instruments on the protection and promotion of fundamental rights and freedoms.

The letter is endorsed by Lawyers’ Rights Watch Canada (Canada), Consiglio Nazionale Forense (CNF) (Italy), Lawyers for Lawyers (Netherlands), Defense Sans Frontiere-Avocats Solidaire ( DSF-AS)  (France), İstanbul Bar Association (Turkey), Swiss Democratic Lawyers (Switzerland), Rotterdam Bar Association (Netherlands), the Council of Bars and Law Societies of Europe (CCBE) (Brussels), Republikanischer Anwältinnen- und Anwälteverein e. V., Berlin (Germany), Avocat.e.s Européennes Démocrates / European Democratic Lawyers (AED/EDL), Ordre des Avocats de Genève / Geneva Bar Association (Switzerland), London Legal Group (United Kingdom), Lyon Bar Association (France), Ravenna Bar Association (Italy), Çağdaş Hukukçular Derneği / Progressive Lawyers Association (ÇHD) (Turkey), European Association of Lawyers for Democracy and World Human Rights (ELDH) (Germany), and the Law Society of England and Wales (United Kingdom).

İnsan Hakları Savunucuları Dayanışma Ağı bileşenlerinden BM'ye, çoğu Rosa Kadın Derneği mensubu kadın hak savunucularının meşru faaliyetlerini hedef alan müdahalelere dikkat çeken mektup

Türkiye İnsan Hakları Davalarına Destek Projesi (TLSP), İnsan Hakları Savunucuları Dayanışma Ağı bileşenleri ile birlikte, Birleşmiş Milletler özel mekanizmalarına mektup yazarak Rosa Kadın Derneği mensubu tutuklu kadın hak savunucularının ve dernek faaliyetlerini destekleyenlerin meşru hak savunuculuğu faaliyetlerini hedef alan müdahalelere son verilmesi için girişim çağrısında bulundu.

İnsan Hakları Savunucuları Dayanışma Ağı bileşenleri Civil Rights Defenders, Eşit Haklar İçin İzleme Derneği, Hakikat Adalet Hafıza Merkezi, İnsan Hakları Derneği İstanbul Şubesi, İnsan Hakları Gündemi Derneği, Medya ve Hukuk Çalışmaları Derneği, Özgürlük İçin Hukukçular Derneği, P24 Bağımsız Gazetecilik Derneği, Research Institute on Turkey, Sivil Alan Araştırmaları Derneği, Toplum ve Hukuk Arastırmaları Vakfı, Türkiye İnsan Hakları Davalarına Destek Projesi (Turkey Human Rights Litigation Support Project), Türkiye İnsan Hakları Vakfı, Yaşam Bellek Özgürlük Derneği ve Yurttaşlık Derneği,  Diyarbakır’da kadın hak savunucularına ve Kürt politikacılara yönelik gerçekleştirilen 22 Mayıs 2020 tarihli polis operasyonuna, hak savunucularının meşru faaliyetlerini hedef alan soruşturmaya, gözaltı ve tutuklamalara dair BM İnsan Hakları Savunucularının Durumu Özel Raportörü, Kadına Karşı Şiddet, Nedenleri ve Sonuçları Özel Raportörü, İfade Özgürlüğünün Korunması ve Geliştirilmesi Özel Raportörü, Barışçıl Toplanma ve Örgütlenme Özgürlüğü Özel Raportörü, Terörle Mücadele Ederken İnsan Haklarının Korunması ve Geliştirilmesi Özel Raportörü ve Keyfi Gözaltı/Tutuklamalar Çalışma Grubu’na bilgilendirme yapan acil müdahale talepli bir mektup gönderdi. Mektuba Rosa Kadın Derneği ve London Legal Group da imzacı olarak katıldı.

Mektupta, Türkiye’de özellikle 15 Temmuz 2016 tarihli darbe girişimi sonrasında gittikçe ağırlaşan hukuk devleti ve insan hakları krizine vurgu yapıldı. Bağımsızlığı ve tarafsızlığı ciddi bir şekilde zedelenen yargı mekanizmaları eli ile yürütülen, gözaltına alma ve tutuklama gibi, keyfi ve haksız işlemlerin hedefinin genellikle hak savunucuları ve hükümet politikalarını eleştirenler olduğunun altı çizildi. Kadın hakları konusunda çalışan hak savunucularının meşru faaliyetlerine yönelen müdahaleler anlatıldı.       

22 Mayıs 2020’de gerçekleştirilen operasyonda kadına karşı şiddetin önlenmesi başta olmak üzere kadın hakları konusunda Diyarbakır’da son derece önemli çalışmalar yürüten çoğu Rosa Kadın Derneği üyesi, kurucusu ve yöneticisi olan kadın hak savunucuları Adalet Kaya, Ayla Akat Ata, Narin Gezgör, Fatma Gültekin, Gülcihan Şimşek, Zelal Bilgin, Özlem Gündüz, Remziye Sızıcı, Gönül Aslan, Sevim Coşkun, Nevriye Çur, Nazile Tursun ve barış annesi Rebia Kıran ile politikacılar Kasım Kaya, Veysi Kuzu, Hüseyin Harman, Celal Yoldaş, Mehmet Arslan ve Mehmet Ali Altınkaynak gözaltına alınmıştı. Bu süreçte operasyonun Rosa Kadın Derneği’nin meşru çalışmalarını hedef aldığı anlaşılmıştı. 24 Mayıs 2020’de gözaltına alınanlardan Narin Gezgör, Fatma Gültekin, Gülcihan Şimşek, Özlem Gündüz, Remziye Sızıcı, Gönül Aslan ve Sevim Coşkun ile politikacılar Mehmet Ali Altınkaynak, Mehmet Arslan, Celal Yoldaş and Veysi Kuzu tutuklanmıştı. 3 yaşında oğlu ile birlikte cezaevinde tutulan aktivist Gönül Aslan daha sonra 9 Haziran 2020’de serbest bırakılmıştı.

Hak savunucularına karşı yürütülen hukuki süreçte, avukatların kısıtlılık kararı nedeni ile ulaşabildiği sınırlı bilgilerden ve sorgulamalar sırasında sorulan sorulardan, soruşturmanın hak savunucularının ifade özgürlüğü, örgütlenme özgürlüğü ve barışçıl toplantı ve gösteri yürüyüşü düzenleme özgürlüğü bağlamında korunan, meşru hak savunuculuğu faaliyetlerinin esas alındığı anlaşılmıştır. Örneğin sorgular esnasında 8 Mart konusunda düzenlenen etkinlikler, kadına karşı şiddet vakalarındaki kampanyalar, etkinliklerde kadın hak savunucularının kullandığı sloganlar, diğer kadın örgütleri ile birlikte yürütülen çalışmalar ve basın açıklamalarında kullanılan ifadeler konusunda hak savunucularından açıklama istenmiştir.  

Anayasa’nın 26. ve 34. maddeleri herkesin ifade ve örgütlenme özgürlüğünü güvence altına almaktadır. 19. madde özgürlük ve güvenlik hakkını düzenlemektedir. Anayasa’nın 90. maddesi kapsamında iç hukuk ile Türkiye’nin taraf olduğu uluslararası insan hakları sözleşmeleri arasında çelişki halinde sözleşme hükümleri esas alınmalıdır.   

Türkiye Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi ve BM Medeni ve Siyasal Haklar Sözleşmesi’ne taraftır. Her iki Sözleşme de kadına karşı ayrımcılığı yasaklamakta, ifade, örgütlenme ve barışçıl toplanma özgürlüklerini koruyucu hükümler içermektedir. Türkiye’nin taraf olduğu BM Kadına Karşı Her Türlü Ayrımcılığın Ortadan Kaldırılması Sözleşmesi (CEDAW) madde 3 kapsamında Türkiye kadınlara karşı ayrımcılığın kaldırılması, kadın haklarının etkili bir şekilde tanınması, korunması ve kadına yönelik her türlü şiddetin sonlandırılmasını sağlamak ile yükümlüdür. Yine Türkiye’nin taraf olduğu ve kadına karşı şiddetin önlenmesi konusunda en önemli uluslararası belgelerden olan Kadına Yönelik Şiddet ve Aile İçi Şiddetin Önlenmesi ve Bunlarla Mücadeleye Dair Avrupa Konseyi Sözleşmesi (İstanbul Sözleşmesi), Türkiye’ye, diğer yükümlülüklerinin yanında, kadın haklarının korunması ve kadına karşı şiddetin önlenmesi konusunda bütün önlemleri alma sorumluluğu yüklemektedir.  Özellikle Sözleşme’nin 9. maddesi Türkiye’den, ilgili bütün devlet birimlerinde, kadın hakları ve kadına karşı şiddet ile mücadele konusunda çalışan hükümet dışı organizasyonların ve sivil toplum kuruluşlarının çalışmalarının tanınması, desteklenmesi ve bu çalışmalara müdahalelerden kaçınılması konusunda gerekli somut adımları atmasını beklemektedir.

Kadın hak savunucularının faaliyetleri, hak savunucusu sıfatları ile de güvence altına alınmaktadır. BM İnsan Hakları Savunucuları Bildirgesi, Avrupa Konseyi Parlamenter Meclisi Avrupa Konseyi’ne Üye Ülkelerde İnsan Hakları Savunucularının Korunması Kararı ve Avrupa Güvenlik ve İşbirliği Teşkilatı İnsan Hakları Savunucularının Korunmasına İlişkin Kılavuz İlkeler gibi belgeler ile somut olarak dile getirilen bu güvenceler arasında, hak savunucularının, savunuculuk faaliyetlerini özgürce sürdürmeleri için elverişli bir ortamın tesis edilmesi, hak savunucularının faaliyetlerini kısıtlamaya yönelen keyfi müdahalelerden kaçınılması ve hak savunucularının faaliyetlerinin etkili bir şekilde korunması gibi yükümlülükler sıralanmaktadır.

Türkiye’nin Rosa Kadın Derneği mensubu kadın hak savunucularına ve dernek faaliyetlerini destekleyenlere karşı, meşru hak savunuculuğu faaliyetlerini hedef alan müdahaleleri, anılan uluslararası ve Anayasal standartlara aykırıdır. Bu bağlamda mektuba katılan STK’lar BM özel mekanizmalarından Türkiye Hükümeti nezdinde, tutuklu kadın hak savunucularının ve onların aktiviteleri ile ilişkili çalışmaları nedeni ile tutuklandıkları anlaşılan politikacıların derhal serbest bırakılması, haklarındaki suçlamaların düşürülmesi, meşru hak kullanımı niteliğindeki faaliyetlerine müdahalelere son verilmesi, hak savunucularının meşru çalışmalarını hiçbir baskı veya müdahale olmaksızın sürdürmesi için gerekli koşulların sağlanması ve CEDAW ve İstanbul Sözleşmesi başta olmak üzere Türkiye’nin uluslararası yükümlülüklerine uyması için gerekli adımların atılması yönünde girişimlerde bulunmaya davet etti.

İngilizce mektuba buradan ulaşabilirsiniz.  

Barolar Haklarımızın En Kuvvetli Güvenceleri Arasındadır

26 Haziran 2020

Hükümet tarafından barolara ve avukatların örgütlenme özgürlüğüne yönelik bazı yasal düzenlemelerin yapılması yönünde çalışmaların yürütüldüğü anlaşılmaktadır. Avukatlar ve çok sayıda baro yönetimi, yapılması düşünülen değişikliklere ve bu çalışmanın başlama ve yürütülme biçimine itirazlarını dile getirmiş ve bu konuda uluslararası hukuk ve Anayasa ile korunan haklarını kullanarak bir eylemlilik süreci başlatmıştır. 

Biz aşağıda imzası olan sivil toplum kuruluşları, hukuk devletinin en önemli temellerinden olan yargı bağımsızlığı ve kuvvetler ayrılığı prensiplerinin, gerek mesleklerini sürdürmede gerekse de kendilerine en uygun örgütlenme modellerini belirlemede avukatların da bağımsız, özerk ve yürütmeden veya başkaca bir güç odağından gelebilecek her türlü müdahaleden uzak olmalarını gerektirdiğinin altını çiziyoruz.

 Savunma hakkı, adil yargılanma hakkının en önemli unsurlarındandır.  Avukatlar ve barolar, hem savunma hakkının kullanılabilmesinde hem de temel hak ve özgürlüklerine müdahale edilenlerin hak aramalarında son derece önemli bir rol oynamaktadır. Bu nedenle avukatlar gerek şahsen gerekse de mensubu oldukları barolar kanalıyla hukuk devleti prensiplerinin ve hak ve özgürlüklerin korunmasının en önemli aktörlerindendir. Adaletin tesisinde üstlendikleri bu önemli ve kıymetli görev, avukatların, gerek Türkiye’nin taraf olduğu uluslararası sözleşmelerde gerekse de Anayasa’da kendilerine tanınan özgül güvencelerden faydalanmasını gerektirir.

BM Avukatların Rolüne Dair Temel Prensipler ile BM Avukat ve Yargıçların Bağımsızlığı Özel Raportörü ve Uluslararası Barolar Birliği gibi uluslararası mekanizmaların geliştirdiği prensipler uyarınca barolar yalnızca avukatların mesleki faaliyetlerini düzenlemek ile sorumlu değildir. Barolar ayrıca avukatların bağımsızlığının sağlanmasında ve her türlü müdahaleden uzak bir şekilde mesleki faaliyetlerini sürdürmelerinde, adalete etkili bir şekilde erişimin sağlanmasında, kişi hak ve özgürlüklerinin korunmasında ve hukuk devleti prensiplerinin güvenceye alınmasında önemli bir role sahiptir.

 Anayasa’nın 2. maddesi uyarınca Türkiye Cumhuriyeti bir “hukuk devleti”dir, 9. ve 138. maddelerine göre “yargı bağımsızdır” ve 36. maddesine göre herkes savunma ve adil yargılanma hakkına sahiptir.

 Avukatlık Kanunu’nun 1. maddesi uyarınca savunma bağımsızdır, 97. ve 123. maddelerine göre savunmanın bağımsızlığının sağlanması konusunda barolar görevlidir ve 76. maddesi kapsamında hukukun üstünlüğünü ve insan haklarını savunmak ve korumak baroların ve avukatların sorumlulukları arasındadır.

 Avukatların bağımsızlığını korumaya dönük bu önemli standartların yanında uluslararası hukuk, insan haklarını korumak ve güçlendirmek için çalışan avukatları ve onların örgütlenme modelini, hak savunucusu sıfatları ile de güvence altına almaktadır. BM İnsan Hakları Savunucuları Bildirgesi, Avrupa Konseyi Parlamenter Meclisi Avrupa Konseyi’ne Üye Ülkelerde İnsan Hakları Savunucularının Korunması Kararı ve Avrupa Güvenlik ve İşbirliği Teşkilatı İnsan Hakları Savunucularının Korunmasına İlişkin Kılavuz İlkeler gibi belgeler ile somut olarak dile getirilen güvenceler arasında, hak savunucularının, savunuculuk faaliyetlerini özgürce sürdürmeleri için elverişli bir ortamın tesis edilmesi, hak savunucularının faaliyetlerini kısıtlamaya yönelen keyfi müdahalelerden kaçınılması ve hak savunucularının faaliyetlerinin etkili bir şekilde korunması gibi yükümlülükler sıralanmaktadır.

Bütün bu prensipler bağlamında avukatların örgütlenmelerine dair gündeme getirilen mevzuat değişiklik taleplerinin avukatlar ve barolardan gelmesi ve bu değişikliklere dair çalışmalarda avukatların gerek doğrudan gerekse de meslek örgütleri kanalı ile etkin ve belirleyici bir rol alması gerekir. Baroların bağımsızlığını, özerkliğini ve avukatların yukarıda detaylandırılan güvenceler çerçevesinde keyfi müdahalelerden uzak şekilde faaliyetlerini sürdürmelerini engelleyecek her türlü değişiklik Anayasa’ya ve uluslararası hukuk standartlarına aykırı olacaktır. Avukatlara ve meslek örgütleri olan barolara yönelen bu ve benzeri müdahalelerin hukuk devletine, temel hak ve özgürlüklere, adil yargılanma hakkına ve adaletin yerine getirilmesine yönelik oluşturduğu somut tehditlerin izleri benzer politikaların etkilerinin görüldüğü Azerbaycan, Malezya, İran ve Pakistan gibi ülkelerde sürülebilir.

Avukatlar ve barolar, haklarımızın en kuvvetli güvenceleri arasındadır. Yasa yapıcıları, baroların özgürlük ve özerkliğini zedeleyecek tüm çalışmalara son vermeye, barolara ilişkin bir mevzuat düzenlemesi yapılacaksa bu süreci, baroların etkin katılımı ile yürütmeye çağırıyoruz.

Avukatlarımızın ve barolarımızın haklı taleplerini destekliyoruz.

İnsan Hakları Savunucuları Dayanışma Ağı

Civil Rights Defenders, Düşünce Suçuna Karşı Girişim, Eşit Haklar İçin İzleme Derneği, Hakikat Adalet Hafıza Merkezi, İnsan Hakları Derneği, İnsan Hakları Gündemi Derneği, Kaos GL, Kırkayak Kültür, Medya ve Hukuk Çalışmaları Derneği, Punto 24 Bağımsız Gazetecilik Derneği, Research Institute on Turkey, Sivil Alan Araştırmaları Derneği, SPoD LGBTİ+, Toplum ve Hukuk Araştırmaları Vakfı, Turkey Litigation Support Project, Türkiye İnsan Hakları Vakfı, Uluslararası Af Örgütü Türkiye Şubesi, Yaşam Bellek Özgürlük Derneği, Yurttaşlık Derneği

İnsan Hakları Savunucuları Dayanışma Ağı, insan haklarını savunmanın evrensel bir hak olduğundan hareketle, insan hakları savunucularına yönelik tüm baskıların takipçisi olmak, kendi aralarında haberleşme ve dayanışmayı güçlendirmek amacıyla çok sayıda insan hakları örgütünün oluşturduğu bir yapıdır.

 

 

Türkiye: AİHM Kararı Sonrası Hak Savunucusu Serbest Bırakılsın

Avrupa Konseyi Bakanları Osman Kavala’nın tahliyesinde ısrar etmelidir

(Strazburg, 3 Haziran 2020) – İnsan Hakları İzleme Örgütü, Uluslararası Hukukçular Komisyonu ve Türkiye İnsan Hakları Davalarına Destek Projesi, Avrupa Konseyi Bakanlar Komitesinin 4 Haziran 2020 tarihli toplantısında Türkiye’yi insan hakları savunucusu Osman Kavala’nın serbest bırakılmasına ve ona yönelik tüm suçlamaların düşürülmesine yöneltecek bir karar alması gerektiğini belirttiler.

Bu üç grup, Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi kararlarının uygulanmasını denetleyen Avrupa Konseyi Bakanlar Komitesi’ne detaylı bir bildirim (bildirim metnine buradan ulaşabilirsiniz) sundu. Gruplar, Türkiye’nin 11 Mayıs'ta kesinleşen ve Kavala’nın derhal tahliye edilmesini gerektiren bu önemli kararı göz ardı ederek, Kavala'nın haklarını ihlal etmeye devam ettiğini belirtti.

İnsan Hakları İzleme Örgütü Türkiye Direktörü Emma Sinclair-Webb, “Avrupa Mahkemesi, Kavala’nın alıkonmasının hukuka aykırı olduğuna ve bağlayıcı kararının gereği olarak Türkiye’nin Kavala’yı derhal tahliye etmesi gerektiğine karar verdi” dedi. Emma Sinclair-Webb, “Bakanlar Komitesi, 4 Haziran toplantısında, hiçbir Avrupa Konseyi üyesi devletin insan hakları savunucularını susturmaması gerektiğine dair net bir mesaj vererek buna uyması için Türkiye'ye baskı yapmalıdır” dedi.

Bu karar, Türkiye'nin kötü niyetle ve siyasi amaçlarla bir bireyin haklarına müdahale ettiğini ve Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi’nin 18. maddesini ihlal ettiğini tespit eden Türkiye aleyhindeki ilk nihai karar olduğundan özel bir önem taşımakta. AİHM, Osman Kavala’yı Kasım 2017’den bu yana alıkoyup yargılayan Türk makamlarının “başvuranın bir insan hakları savunucusu olarak susturulmasını sağlamak için örtülü bir amaç taşıdığını” tespit etmişti.

Avrupa Mahkemesi, Kavala/Türkiye kararında (Başvuru no. 28749/18), madde 5(1) (özgürlük ve güvenlik hakkı), madde 5(4) (alıkonmanın yasaya uygunluğuna ilişkin ivedi karar alma hakkı) ve madde 5(1) ile birlikte nadiren kullanılan madde 18’in (haklara getirilecek kısıtlamaların sınırlanması) ihlal edildiğine karar vermiştir. Karar, Türkiye’nin Kavala’yı tahliye etmesini zorunlu kılmış, tutukluluğunun devam etmesinin ihlalleri devam ettireceğini ve Sözleşmenin 46(1) maddesi uyarınca AİHM kararlarına uyma yükümlülüğünü ihlal edeceğini belirtmiştir.

Bir hakimlik 2013 İstanbul Gezi Parkı protestolarını hükümeti devirme girişimi için kullandığı ve 15 Temmuz 2016 askeri darbe girişimine müdahil olduğu iddiasıyla, Kavala'nın 1 Kasım 2017'de tutuklanmasına karar vermiştir. 18 Şubat 2020'de Kavala ve diğer sekiz sanık, Gezi Parkı davasında “cebir ve şiddet kullanarak hükümeti ortadan kaldırmaya teşebbüs” suçlamasından beraat etmiştir.

Ancak Kavala cezaevinden tahliye edilmemiş ve bir hâkim kararıyla 2016 darbesiyle ilgili devam eden bir soruşturmayla ilişkili olarak "anayasal düzeni cebir, şiddet kullanarak ortadan kaldırmaya teşebbüs" suçlamasıyla tekrar tutuklanmıştır. Tekrar tutuklanmasından kısa bir süre önce Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan halka açık şekilde Kavala’nın beraatini eleştirmiştir. Kavala haftalar sonra, yine bu delillere ve soruşturma dosyasına dayanan bir başka suçlama ile (casusluk) bir kez daha tutuklanmıştır.

Uluslararası Hukukçular Komisyonu Avrupa ve Orta Asya Programı Direktörü, Róisín Pillay, “Tutukluluğun devamına ilişkin yargı kararlarının silsilesi ve tutuklamanın yasallığı konusunda nesnel bir değerlendirmenin olmaması, kararların siyasi beklentiler ile yönlendirildiğini ve Kavala'nın tahliyesini önlemek için düzenlenmiş bir siyasi çaba olduğunu göstermektedir.” dedi. Pillay, “Avrupa Mahkemesi'nin kararından bu yana Türkiye, Kavala'nın haklarını ihlal etmeye devam etti” tespitinde bulundu.

Türkiye’de insan hakları savunucularına yönelik taciz daha genel olarak gazetecilere, seçilmiş siyasetçilere, hukukçulara, hükümeti eleştirdiği düşünülenlere yönelik keyfi alıkoymalar ve yargısal tacizin bir parçası. Bu eğilim Avrupa Konseyi, Avrupa Birliği ve insan hakları örgütlerine ait birçok raporla belgelendirilmiştir.

Türkiye İnsan Hakları Davalarına Destek Projesi Eş Direktörü Ayşe Bingöl Demir “Kavala'ya karşı yürütülen yıldırma kampanyası, onun tahliye edilmemesi ve hakkındaki suçlamaların düşürülmemesi, Türkiye'deki tüm insan hakları savunucuları için oluşan baskı ortamının sürmesine sebep olmuştur” dedi.

Üç örgüt, detaylı tavsiyelerde bulunarak Bakanlar Komitesini:

·           Avrupa Mahkemesinin kararı gereği Osman Kavala'nın derhal tahliyesinin sağlanması için Türkiye Hükümetine çağrıda bulunmaya, kararın açık şekilde devam eden tutukluluğu ve baskıları da kapsadığını vurgulamaya,

·           Kavala/Türkiye kararının icrasını nitelikli denetim prosedürü altında izlenmek üzere sınıflandırmaya ve Sözleşmenin 18. maddesi altında öncü dava olarak kabul etmeye,

  • Kavala’nın devam eden tutukluluğunun kesinleşen AİHM kararlarının bağlayıcılığına ilişkin Sözleşmenin 46. maddesini ihlal ettiğini tespit etmeye ve Kavala’nın tahliye edilmemesinin Madde 46(4) prosedürünü (ihlal prosedürü) başlatacağını tespit etmeye,

  • Türkiye Hükümetine, Kavala'nın serbest bırakılmasının Covid-19 salgını bağlamında ek bir aciliyete sahip olduğunu ve salgının alıkonma esnasında sağlığına yönelik mevcut tehlikeyi artırdığını vurgulamaya,

  • Mahkemenin, Kavala’nın haklarının ihlal edildiğine, toplantı, örgütlenme ve ifade özgürlüğünü kullanmasının hatalı şekilde kendisini suçlamak için delil olarak kullanıldığına ilişkin tespitleri doğrultusunda, Türkiye Hükümeti’nden Kavala’nın susturulmak amacıyla soruşturulduğu ve alıkonduğu tüm dosyalarda yer alan tüm suçlamaların düşürülmesini talep etmeye davet etmiştir.

Örgütler ayrıca, Türkiye'nin insan hakları savunucularının ve hükümet karşıtı olarak görülen diğer bireylerin siyasi amaçlarla alıkonmalarına ve yargılanmalarına son verilmesine yönelik kararın uygulanması için alınması gereken genel tedbirleri belirlediler. Bu genel tedbirler, Türkiye'nin hukukun üstünlüğüne ilişkin yapısal sorunlarına odaklanmaktadır. Anılan yapısal sorunlar arasında Türkiye’de yürütmenin yargı ve savcılıklar üzerindeki kontrolü; Cumhurbaşkanı ve ona bağlı diğer yetkililer tarafından, sıklıkla yapılan halka açık konuşmalar aracılığıyla mahkeme kararlarına doğrudan siyasi müdahalede bulunmaya yönelik yaygın eğilime ilişkin açık deliller yer almaktadır. Sözleşme ile korunan hakların kullanılmasının suç haline getirilmesi, insan hakları savunucularına ve hükümet karşıtı olarak görülenlere karşı açılan birçok davanın ortak yönünü oluşturmaktadır.

 Türkiye İnsan Hakları Davalarına Destek Projesi’nin Türkiye ile ilgili diğer çalışmaları için:https://www.turkeylitigationsupport.com/

Daha fazla bilgi için:

info@turkeylitigationsupport.com; Twitter @TR_Litigation

Turkey: Free Rights Defender following European Court Ruling

Council of Europe Ministers Should Urge Osman Kavala’s Release


(Strasbourg, June 3, 2020) – The Council of Europe Committee of Ministers should issue a decision at its June 4, 2020 meeting directing Turkey to release human rights defender Osman Kavala and drop all charges against him, Human Rights Watch, the International Commission of Jurists, and the Turkey Human Rights Litigation Support Project said today.

The three groups have submitted a detailed submission (available here) to the Council of Europe’s Committee of Ministers, which oversees enforcement of European Court of Human Rights judgments. The groups outlined how Turkey continues to violate Kavala’s rights by flouting a landmark judgment, that became final on May 11 requiring his immediate release.
“The European Court ruled that Kavala’s detention is unlawful, and their binding judgment requires Turkey to release him immediately,” said Emma Sinclair-Webb, Turkey director at Human Rights Watch. “The Committee of Ministers, at its June 4 meeting, should press Turkey to comply and issue a clear message that no Council of Europe member state should be silencing human rights defenders.”

The judgment is particularly significant because it is the first final ruling against Turkey in which the court determined that in interfering with an individual’s rights Turkey acted in bad faith and out of political motivations, violating Art. 18 of the European Convention on Human Rights. The court said that by detaining Kavala since November 2017 and prosecuting him, the Turkish authorities had “pursued an ulterior purpose, namely to silence him as human rights defender.”
The European Court judgment in Kavala v. Turkey (Application no. 28749/18) found violations of Art. 5(1) (right to liberty and security), Art. 5(4) (right to a speedy decision on the lawfulness of detention), and the rarely used Art. 18 (limitation on use of restrictions on rights), taken together with Art. 5(1). It required Turkey to release Kavala and said that any continuation of his detention would prolong the violations and breach the obligation to abide by the judgment in accordance with Art. 46(1) of the European Convention on Human Rights.

A court ordered Kavala’s detention on November 1, 2017 on bogus allegations that he used the 2013 Istanbul Gezi Park protests as a pretext for an attempted coup, and that he was involved in the July 15, 2016 attempted military coup. On February 18, 2020, Kavala and his eight co-defendants were acquitted on charges of “attempting to overthrow the government by force and violence” in the Gezi Park trial.

But Kavala was not released, and a court detained him again immediately on the charge of “attempting to overthrow the constitution by force and violence” because of an ongoing 2016 coup-related investigation against him. Turkey’s President Recep Tayyip Erdoğan had publicly criticized his acquittal just before he was detained again. Weeks later a court ordered his detention a second time on another charge (“espionage”) but relying on the same evidence and investigation file.
“The sequence of court orders prolonging his detention and the lack of objective deliberation as to the lawfulness of any deprivation of liberty indicates that decisions have been guided by political considerations and there has been a concerted official effort to prevent Kavala’s release,” said Róisín Pillay, director of the Europe and Central Asia Programme of the International Commission of Jurists. “Since the European Court’s judgment, Turkey has continued to violate Kavala’s human rights.”

The targeted harassment in Turkey of rights defenders is part of a wider trend of arbitrary detentions and abusive prosecutions of journalists, elected politicians, lawyers, and other perceived government critics.

This trend has been well documented in many reports by the Council of Europe, the European Union, and human rights organizations.
“The campaign of persecution against Osman Kavala and the failure to release him and drop all charges have perpetuated a chilling environment for all human rights defenders in Turkey,” said Ayşe Bingöl Demir, co-director of the Turkey Human Rights Litigation Support Project.
The three organizations made detailed recommendations to the Committee of Ministers, urging it to:

  • Call on the government of Turkey to ensure the immediate release of Osman Kavala as required by the European Court’s judgment, stressing that the judgment clearly applies to his ongoing detention and persecution;

  • Place the Kavala v. Turkey judgment under “enhanced procedures” and treat it as a leading case under Art. 18 of the European Convention;

  • Recognize that Kavala’s continuing detention violates Art. 46 of the Convention, concerning the binding nature of final judgments of the European Court, and that a failure to release Kavala may trigger an Art. 46(4) procedure (infringement proceedings);

  • Emphasize to the Government of Turkey that Kavala’s release is of added urgency in the context of the Covid-19 pandemic, which increases the risk to his health in detention; and

  • Ask the Government of Turkey to drop all charges under which Kavala has been investigated and detained to silence him, in conformity with the Court’s findings that his rights have been violated and that his exercise of rights to freedom of expression, assembly, and association was wrongfully used as evidence to incriminate him.


The groups also identified the general measures that Turkey needs to take to carry out the judgment to end politically motivated detention and prosecution of human rights defenders and other perceived government critics. These measures focus on Turkey’s structural rule of law problems. They include executive control over Turkey’s judiciary and prosecutorial authorities, and the evidence of a clear pattern of direct political interference in court decisions through frequent public speeches by Turkey’s president and proxies. A pattern of criminalizing the exercise of Convention-protected rights defines many of the cases against human rights defenders and other perceived government critics.

For more Turkey Human Rights Litigation Support work on Turkey, please visit:
https://www.turkeylitigationsupport.com/

For more information, please contact:
Ayşe Bingöl Demir (Turkish, English): info@turkeylitigationsupport.com. Twitter @TR_Litigation

Rights groups follow up on their call for urgent release of imprisoned journalists, human rights defenders and others, now at risk of Covid-19

TLSP joins rights groups in calling for Turkey to release all those arbitrarily detained, now at risk of Covid-19. In the early hours of Tuesday 14 April, the Turkish Parliament passed a law which will lead to the release of up to 90,000 prisoners. However, it excludes scores of journalists, human rights defenders, politicians, lawyers and others arbitrarily detained pending trial or serving sentences following unfair trials under Turkey’s overly broad anti-terrorism laws which facilitate incarceration for exercise of free speech. While we welcome any measures taken to alleviate overcrowding in Turkey’s prisons, the new measures unjustifiably exclude tens of thousands who are imprisoned for the peaceful exercise of their rights. 

The full statement can be found here in English and Turkish.

Osman Kavala Trial examined at an International Book Talk via Zoom

On 20 April 2020, Research Institute on Turkey (RIT), Turkey Human Rights Litigation Support Project (TLSP) and Osman Kavala Solidarity Team organized an international panel focusing on a compilation, a book previously produced by 300 friends, organizations and initiatives for Osman Kavala’s 62nd birthday. The panel covered the solidarity campaign #FreeOsmanKavala and the story behind the production of the book, the state of his trial, how it affects civil society in Turkey as well as concerns amid COVID-19 as he is within this higher risk age group and certain basic rights such as the right to nutrition and the right to health are not precisely looked after. The panel was hosted via Zoom with the participation of more than 150 attendees from 76 global human rights organizations, institutes, NGOs, cultural organizations and universities.

More information can be found here in both Turkish and English, and the entire event can be viewed on: https://bit.ly/354PSx7.

Screenshot 2020-04-28 at 17.16.22.png

Rights groups call for urgent release of imprisoned journalists, human rights defenders and others, now at risk of Covid-19

TLSP joins 26 other organisations in calling for the urgent release of imprisoned journalists, human rights defenders and others, now at risk of Covid-19. Amid growing concerns over the spread of Covid-19 in prisons, the Turkish government is accelerating the preparation of a draft law that will reportedly release up to 100,000 prisoners. This is a welcome step. Overcrowding and unsanitary facilities already pose a serious health threat to Turkey’s prison population of nearly 300,000 prisoners and about tens of thousands of prison staff. That will only be exacerbated by the coronavirus pandemic. However, we remain concerned that journalists, human rights defenders and others imprisoned for simply exercising their rights, and others who should be released, will remain behind bars in the package of measures as currently conceived by the government. 

The statement calls on the Turkish authorities to:

  • Immediately and unconditionally release journalists, human rights defenders and others who have been charged or convicted simply for exercising their rights

  • Re-examine the cases of all prisoners in pre-trial detention with a view to releasing them

  • Seriously consider releasing prisoners who are particularly vulnerable to Covid-19, such as older prisoners and those with serious medical conditions.

  • Ensure that all prisoners have prompt access to medical attention and health care to the same standards that are available in the community, including when it comes to testing, prevention and treatment of COVID-19. Prison staff and health care workers should have access to adequate information, equipment, training and support to protect themselves. 

The full statement is available in English here, and Turkish here.

Turkey: Failure to act on the European Court of Human Rights judgments puts freedom of expression at risk

ARTICLE 19 and the Turkey Human Rights Litigation Support Project (TLSP) have warned that the rights to freedom of expression and assembly continue to be at risk in Turkey. Their warning comes ahead of the Council of Europe’s Committee of Ministers’ review of Turkey’s implementation of judgments by the European Court of Human Rights, which will take place between 3-5 March 2020.

David Diaz-Jogeix, Senior Director of Programmes at ARTICLE 19 said:

“The Turkish authorities continue to use anti-terror laws to harass journalists, human rights defenders, opposition politicians, academics, lawyers and others. It is shocking that this still happens, despite several European Court judgments that specifically addressed how these laws were being used to violate freedom of expression and stifle dissent. In fact, since these rulings, the number of cases has reached an alarming level, as has the severity of sanctions imposed on defendants.”

Ayse Bingol Demir, co-director of TLSP, said:

“Remedies for human rights violations are still not easily accessible in Turkey and the Constitutional Court’s effectiveness is hindered by slow and inconsistent decision-making. Moreover, in some key cases where the Constitutional Court did make decisions, their implementation has been problematic.

 “Freedom of expression in Turkey will remain under threat until there is a genuine political will to undertake comprehensive legal reform, effectively guarantee the re-establishment of an independent judiciary and ensure implementation of the Constitutional Court and European Court rulings in the country.”

The Committee of Ministers of the Council of Europe is responsible for supervising the implementation of judgments by the European Court of Human Rights. ARTICLE 19 and TLSP have submitted two communications to the Committee on Turkey’s lack of implementation of the Işıkırık group and the Öner and Türk group of judgments. The European Court noted in these judgments that the Turkish authorities were using certain articles of the Prevention of Terrorism Act (the Law no. 3713) and the Criminal Code to stifle freedom of expression and peaceful assembly. The Turkish authorities have requested from the Committee of Ministers that the cases be closed, claiming that the judgments have been fully implemented. ARTICLE 19 and TLSP urge the Committee of Ministers to keep the cases open and continue supervising their implementation because of widespread violations of the right to freedom of expression and assembly that continue to take place in Turkey contrary to what the Turkish authorities’ have claimed.

Ongoing abuse of anti-terror laws against journalists and human rights defenders

The submissions demonstrate that the Turkish authorities’ violations of the right to free expression and assembly have continued. The large numbers of prosecutions show the widespread use of the anti-terror laws to harass those critical of the Government, including journalists, human rights defenders and others. This is deterring others from voicing their thoughts freely.

In a number of cases since the Öner and Türk ruling of March 2015, the Turkish courts are still systematically failing to examine “the proportionality of the interference and the balancing of rights taking into account freedom of expression”, as noted by the Court in Öner and Türk.

For example, the large number of prosecutions suggests that Articles 6 and 7(2) of the Prevention of Terrorism Act are used to systematically harass journalists and others on the basis of their expression. In fact, between 2013 and 2018, almost 100,000 cases have been opened under the Prevention of Terrorism Act.

The number of prosecutions has starkly increased between 2013-2018, despite the Turkish Government’s claims in its action plan submitted to the Committee of Ministers that the number of such cases had decreased during this time. Since 2013, when there were more than 10,000 cases, the number of prosecutions has increased each year, apart from 2015 and 2018.

Turkey’s 2020 Action Plans fail to address ongoing human rights violations

In its January 2020 Action Plans submitted to the Committee of Ministers ahead of the meetings of 3-5 March 2020, Turkey claims that it has implemented the judgments and points to the Judicial Reform Strategy and the training of judges to support their claim. However, in ARTICLE 19 and TLSP’s view, Turkey’s Judicial Review Strategy does not introduce any substantial reforms and fails to address the core issues at stake regarding the independence of the judiciary.  Furthermore, in light of the worsening practice of the judiciary, any training that has taken place has manifestly failed to have an impact on the ground.

Similarly, the Turkish Government’s Action Plans of 2020 fail to specify adequate general measures to implement the European Court’s judgments in the Işıkırık group and Öner and Türk group of cases. There are no planned significant legislative changes in the 2020 action plans for both groups, and the steps that they have claimed to have taken, including some amendments to the laws, are inadequate.

In its 2020 Action Plan on the Öner and Türk cases, Turkey claims that the amendment made in the Prevention of Terrorism Act were steps taken to implement the judgments. However, ARTICLE 19 and TLSP believe that the amendments have failed to prevent the widespread misuse of the Prevention of Terrorism Act. Given the large numbers of journalists, human rights defenders, academics, politicians, lawyers and others prosecuted on the basis of this law and its severe effect on the rights and freedoms in general, we believe the problematic provisions addressed in the judgments should be repealed entirely.

Similarly, despite the European Court’s findings in the Işıkırık group of cases that Article 220(6) of the Criminal Code is too broad, prescribes disproportionate sanctions, criminalises lawful conduct, and has a chilling effect on the exercise of the right to freedom of expression and assembly, the Turkish authorities have continued to apply this law against individuals on the basis of their expression.

Recommendations

As set out in our submissions, in its debate on these vital issues in Turkey we urge the Committee of Ministers to call on Turkey to:

  • Ensure the implementation of the Constitutional Court and the European Court of Human Rights rulings, including by refraining from intemperate criticism of court decisions that undermine the rule of law.

  •   Repeal Article 220(6) and (7) of the Criminal Code in line with the Venice Commission’s recommendations.

  • Amend Article 314 of the Criminal Code to ensure stricter and clearer criteria for membership of a terrorist organisation and ensure strict application of the criteria within the courts.

  • Abolish Article 7(2) and Article 6 (2) and (4) of the Prevention of Terrorism Act.

  • Amend the definition of terrorism under Article 1 of the Prevention of Terrorism Act to bring it in line with international standards on human rights and counter-terrorism.

  • Amend Article 2 of the Prevention of Terrorism Act to ensure that those who are not members of an illegal terrorist organisation and have not committed a serious crime cannot be convicted as such.

  • Take concrete steps to restore the independence of the judiciary, including by reforming the method of appointment of the Council of Judges and Prosecutors.

  • Re-establish the independence of the judiciary, through implementing the recommendations of the Venice Commission regarding the 2017 amendments to the Turkish Constitution.

 Background to the cases

These cases form part of a pattern of human rights violations which has increased in spread and intensity following the declaration of the state of emergency after the July 2016 coup attempt.

The leading judgment in the Işıkırık group of cases,  Işıkırık v Turkey, demonstrates how Turkey violated the right to freedom of assembly by convicting Mr Murat Işıkırık of membership of an illegal organisation, solely based on his participation in a peaceful funeral procession for members of the PKK (Kurdistan Workers’ Party) in July 2009. The European Court found that the sanction was disproportionate and that there was no distinction under the Criminal Code between a peaceful demonstrator and a member of an armed terrorist organisation.

The Öner and Türk group covers 32 cases of people who were convicted under the Criminal Code or the Prevention of Terrorism Act for inciting violence or hatred. The European Court found that this was in violation of the applicants’ right to freedom of expression as they did not incite violence or hatred.

The Committee of Ministers will meet between 3-5 March 2020 to review implementation of the judgments in these cases and decide whether to keep the cases as pending implementation subject to the Committee’s supervision or close them.

For more information, contact:

Turkey Human Rights Litigation Support Project team – info@turkeylitigationsupport.com.

Türkiye’de Adalete Erişim Mümkün mü? Olağanüstü Hal İ ş lemleri İ nceleme Komisyonu`na Dair Değerlendirme Raporu

Türkiye İnsan Hakları Davalarına Destek Projesi tarafından İngilizcesi Ekim 2019’da yayınlanan “Türkiye'de Adalete Erişim Mümkün mü? Olağanüstü Hal İşlemleri İnceleme Komisyonuna Dair Bir Değerlendirme Raporu”nun Türkçesi tamamlandı

Ekim 2019’da İngilizcesi yayınlanan ve Olağanüstü Hal İşlemleri İnceleme Komisyonunu ele aldığımız raporun Türkçesi yayına hazır. Raporun İngilizcesinin yayınlandığı süreçte paylaştığımız, rapora esas araştırmanın yöntemine ve araştırma ile ulaştığımız sonuçlara dair özet şöyleydi:  

Türkiye'de adalete erişim, özellikle Temmuz 2016’da ilan edilen olağanüstü hal döneminde yaşanan hak ihlalleri açısından büyük zorluklar barındırmakta. OHAL döneminde Anayasa’nın OHAL süreci için öngördüğü istisnai yetkilere dayanan Hükümet, yayınladığı 30’dan fazla kanun hükmünde kararnameyle, sayısız temel hak ve özgürlüğü ciddi ölçüde sınırlayan ve bazı durumlarda bu özgürlükleri hepten ortadan kaldıran bir dizi “atipik” yola başvurdu. Bireysel gerekçe ya da delil gösterilmeden, yüz binden fazla kamu çalışanı toplu olarak işten çıkarıldı ve içlerinde gazete, televizyon, dernek ve vakıfların da olduğu tüzel kişilikler kapatıldı. Bu kararlara karşı uzun süre açık bir itiraz yolunun bulunmaması, bu kişileri bilinmezliğe terk etti. 685 sayılı Kanun Hükmünde Kararnameyle (KHK), Olağanüstü Hal İşlemleri İnceleme Komisyonunun (“Komisyon”) kurulmasının ardından ise OHAL KHK’leri uyarınca görevden alınmış olan on binlerce kişi ​​ve kapatılmış olan çok sayıda kuruluş yargı yoluna gitmeden önce Komisyon'a başvurmak zorunda bırakıldı.

Türkiye İnsan Hakları Davalarına Destek Projesi (TLSP), Komisyonun, çalışmaya başlamasının üzerinden bir yıl geçtikten sonra, OHAL kapsamında alınmış olan önlemlere karşı etkili bir itiraz yolu mu, yoksa mağdurların adalete erişiminde karşılaştıkları başka bir engel mi olduğu temel sorusuna dair bir araştırma yürütmeye başladı. Araştırma sürecinde araştırmacımız ve TLSP ekibi, Komisyon tarafından verilmiş olan 193 kararın gerekçelerinin yanında, ulusal mevzuat, rapor ve istatistikleri inceleyerek ve yine içlerinde avukatlar, akademisyenler, başvuru sahipleri ve sendika temsilcilerinin de bulunduğu kişilerle görüşmeler yaparak topladıkları nitel ve nicel verilere dayanarak bir değerlendirme raporu hazırladı. Bu raporda, Komisyonun yapısı ve işleyişi, adalete erişimle ilişkili temel insan hakları konuları göz önünde bulundurularak incelendi. Ayrıca, uluslararası hukukta kabul edilmiş olan etkili başvuru hakkı standartları ışığında Komisyon kararları incelenerek, Komisyonun hem teoride hem de uygulamada etkili bir hukuk yolu olup olmadığına dair değerlendirmeler yapıldı.

Araştırma sürecinde ele alına bütün veri ve bulgular ışığında, Olaüanüstü Hal İşlemleri İnceleme Komisyonuna dair özetle şu sonuçlara ulaşıldı: Ad hoc bir başvuru yolu olarak kurulan Komisyon, bağımsızlık ve tarafsızlığını temin eden yapısal ve pratik güvencelerden yoksundur ve OHAL tedbirlerinin incelenmesinde adil ve etkili bir hukuki süreci sağlamada yetersiz kalmaktadır. Başvuranlar, haklarında öne sürülen suçlama veya deliller hakkında önceden bilgi sahibi olmadan yasadışı herhangi bir grup veya kuruluşla hiçbir bağlantılarının olmadığını kanıtlamak zorunda bırakılmaktadır. Bu durum, Komisyon önündeki işlemlerin şeffaf olmaması ve başvurucuların sürece anlamlı bir şekilde katılımının sağlanmamasıyla daha da vahim bir hal almaktadır. Bir kişinin yasadışı bir örgüt ile var olduğu iddia edilen bağlantısının değerlendirilmesinde, Komisyon, disiplin veya cezai sorumluluğu gerektirebilecek bir icraatın varlığının kanıtlanmasını aramamakta, günlük yaşam uygulamalarını ‘suç’ sayarak kişi aleyhine sonuca ulaşmakta çok düşük bir kanıt eşiği esasına göre karar vermektedir.

Raporda detaylarına yer verilen diğer nedenlerin yanı sıra, Komisyon, çoğunlukla kararlarında, istihbarat bilgisine, gizli tanık ifadelerine veya ‘sosyal çevre’den elde edildiği belirtilen ancak doğrulanmayan bilgilere dayanmakta ve başvuranlara bu delilleri tartışma imkânı vermemektedir. Bu bağlamda, temel hak arama özgürlüğü ilkelerine aykırı olarak yaptığı incelemeler sonucunda, büyük çoğunluğunu reddettiği, ve daha birçoğunu da halen karara bağlamadığı başvurular göz önünde bulundurulduğunda, Komisyonun, uluslararası hukukta kabul edilmiş olan etkili başvuru hakkı ilkelerini karşılamadığı sonucuna ulaşılmıştır.

Komisyonun görev süresinin Aralık 2019’da 1 yıl süre ile uzatıldığı içinde bulunduğumuz dönemde, Türkçesi tamamlanan raporun tam metnine buradan , Ekim 2019’da yayınlanan İngilizcesine buradan ulaşabilirsiniz.

The European Court of Human Rights delivers its judgment in the case of Kavala v Turkey

On 10 December 2019, the European Court of Human Rights (ECtHR) marked Human Rights Day by issuing a judgment of great potential significance in the case of Osman Kavala, a prominent human rights activist who has been detained for his alleged role in the 2013 Gezi Park Protests and the July 2016 coup attempt. In Kavala v Turkey, the Court found violations of Article 5(1) of the European Convention on Human Rights (Convention) on the lack of reasonable suspicion that the applicant had committed an offence; Article 5(4) of the Convention on the lack of a speedy judicial review on arbitrary detention; and Article 18 of the Convention, on the prohibition of restrictions of rights for unauthorised purposes, in conjunction with Article 5(1).

Both the timing and the content of the judgment are significant. Delivered in the weeks before the Turkish court is due to hear Mr Kavala’s criminal case, on 24-25 December 2019, the decision sends a very strong message to the Turkish judiciary.  Moreover, the case is emblematic of broader current trends in Turkey and has raised human rights issues of significance to hundreds of other cases underway before the Turkish courts. As a joint third-party intervention before the ECtHR, submitted by the TLSP and PEN International, made clear, these issues include the human rights implications of closing civil society space in Turkey and the repression of human rights defenders including through excessive resort to criminal law.

The applicant Osman Kavala was arrested in Istanbul in October 2017 on the alleged suspicion of attempting to abolish constitutional order (Article 309 of the Criminal Code) and overthrow the government (Article 312 of the Criminal Code). The charges relate to his alleged involvement in the 2013 Gezi Park Protests. The protests, which began as a challenge to government plans to destroy Gezi Park in İstanbul and create a shopping centre later triggered a wave of demonstrations against restrictive government policies across Turkey, and were characterised by the prosecutor as a “riot to overthrow the government” and “supported by many terrorists.” On 1 November 2017, Mr Kavala was brought before the 1st Magistrate’s Court (Criminal Peace Judgeship) in Istanbul, where he denied the charges and highlighted that he had been campaigning for peace and for the defence of human rights. At the end of this hearing, Mr Kavala was placed in detention on the grounds that there was evidence to suggest he had organised the Gezi Park Protests and had contacts with the alleged organizers of the July 2016 coup attempt.

On 29 December 2017, Mr Kavala lodged an individual application with the Constitutional Court claiming violation of, inter alia, Article 19 of the Constitution, corresponding to the rights guaranteed under the Convention. In a controversial majority decision, discussed in detail by TLSP here, the Constitutional Court endorsed the prosecutor’s perception that the Gezi Park Protests had been violent and aimed at overthrowing the government, and that the applicant had taken part in and financed activities and meetings contributing to this aim. Five dissenting judges challenged the majority on the grounds that there was in fact no evidence substantiating links between the applicant’s conduct and the violent incidents highlighted by the authorities. The majority however decided that the applicant’s pre-trial detention was lawful based on a reasonable suspicion and was proportionate given the difficulties in investigating terrorism related offences.

In his case before the ECtHR, Mr Kavala relied on Articles 5(1)(c) and 5(3) of the Convention to challenge the lawfulness of his initial and continued pre-trial detention. He argued that the lack of evidence of any plausible grounds for suspecting him of criminal activity rendered the detention unlawful. The ECtHR agreed, finding “in the absence of facts information or evidence showing he had been involved in criminal activity – that the applicant could not be reasonably suspected of having committed the offence of attempting to overthrow the Government.” The Court reached the same conclusion in relation to Mr Kavala’s alleged involvement in the attempted coup (para 153).

The Court’s willingness to consider the facts and evidence and find that it provided no reasonable basis for suspicion, or detention, was significant. But in a passage that provokes particular interest in light of Mr Kavala’s impending trial, the ECtHR went further, making clear that the impugned conduct could not reasonably be seen to constitute a crime at all, but rather legitimate human rights related activity. It noted that the applicant’s continued pre-trial detention was “based not only on facts that cannot be reasonably considered as behaviour criminalised under domestic law, but also on facts which were largely related to the exercise of Convention rights. The very fact that such acts were included in the bill of indictment as the constituent elements of an offence in itself diminishes the reasonableness of the suspicions in question” (para 157).

The Court found a lack of speedy judicial review governing detention under Article 5(4) of the Convention. Mr Kavala argued that several factors (including lack of access to the case file and non-compliance with the principles of equality of arms amongst others) had prevented him from being able to effectively challenge his detention, and that the proceedings before the Constitutional Court did not respect the requirement of speedy judicial review. Again, the ECtHR agreed, finding that given what was at stake for the applicant, the total duration of over 16 months of the Constitutional Court’s review could not be considered compatible with the “speediness” requirement of Article 5(4) (para 185). Of special note, with important implications for future cases, is the Court’s observation that “the excessive workload of the Constitutional Court cannot be used as perpetual justification for excessively long procedures […] It is for the State to organise its judicial system in such a way as to enable its courts to comply with the requirements of Article 5(4) of the Convention” (para 188).

Lastly, the applicant submitted that his detention was in breach of Article 18 of the Convention as it was imposed for a purpose other than that envisaged by Article 5, namely to silence him as an NGO activist and human rights defender, to dissuade others from engaging in such activities and to paralyse civil society in the country. Reflecting our third-party intervention, the Court found that following the attempted coup, the government had misused “legitimate concerns in order to redouble its already significant crackdown on human rights, inter alia, by placing dissenters in pre-trial detention.” (para 214). In a significant finding, the second such finding against Turkey following its previous judgment in Selahattin Demirtaş v Turkey (No. 2), the Court held that applicant’s initial and continued detention pursued an ulterior purpose, namely to reduce him to silence as a human rights defender.

In support of its finding on Article 18, the ECtHR highlighted the fact that during police interviews, Mr Kavala was asked many questions which had no connection with the charges. This included questions about his meetings with representatives of foreign countries, his telephone conversations with academics, journalists, NGO representatives and the visit of an EU delegation – none of which appeared to be relevant to assessing the “reasonableness” of the suspicion underlying the charges. The Court noted that many of these are the “ordinary and legitimate activities on the part of a human rights defender and the leader of an NGO” (para 223).

In an indictment of the Turkish prosecution, the judgment found that “the inclusion of these elements undermines the prosecution’s credibility.  In addition, the prosecution’s attitude could be considered such as to confirm the applicant’s assertion that the measures taken against him pursued an ulterior purpose, namely to reduce him to silence as an NGO activist and human-rights defender, to dissuade other persons from engaging is such activities and to paralyse civil society in the country” (para 224).

In addition, the Court found the time-frame of the case to be relevant to an assessment of Article 18 of the Convention, specifically the fact that the applicant was arrested more than four years after the Gezi Park Protests and more than a year after the attempted coup (para 226).

Lastly, the Court noted that the charges were brought against the applicant in February 2019, over a year after his initial detention of November 2017, and following speeches given by the President of the Republic. The Court made references to two specific speeches the President gave in November and December 2018, in which he spoke about the financing of the Gezi Park events and openly cited the applicant’s name: “I have already disclosed the names of those behind Gezi. I said that its external pillar was G.S., and the national pillar was Kavala.” The Court held it could not overlook the fact that “when these two speeches were given, the applicant who had been held in pre-trial detention for more than a year, had still not been officially charged by the prosecutor’s office. In addition, it can only be noted that there is a correlation between, on the one hand, the accusations made openly against the applicant in these two public speeches and, on the other, the wording of the charges in the bill of indictment, filed about three months after the speeches in question” (para 229).

Taking into account these elements, and the consideration that Mr Kavala’s detention was “part of a wider campaign of the repression of human rights defenders in Turkey,” which was endorsed by third-party interveners, the Court found a violation of Article 18 and noted its wider chilling effect on the rest of civil society (para 230). Based on its findings summarised above, the Court invited Turkey to take all necessary measures to end violations and secure Mr Kavala’s “immediate release.”  

The judgment of the ECtHR is significant in several respects. It is the first case the ECtHR has concluded in relation to the worrying trend of arbitrary use of criminal law against human rights defenders in the country following the coup attempt. The rare findings of Articles 5(1) and, particularly, Article 18 violations, and the strident criticism the Court directed to the investigating authorities and the executive, are noteworthy. It is also the first time that the ECtHR found that the Constitutional Court’s ability to provide a speedy remedy to those challenging their pre-trial detentions, in this case, fell short of the Convention standards, which it had alluded to in its rulings on Mehmet Hasan Altan v Turkey (para 166) and Şahin Alpay v Turkey (para 138). The Court’s unequivocal indication that Mr Kavala must now be released without delay presents a clear test for the Turkish state. As of 19 December 2019, Osman Kavala was still in detention without any indication on his release.

Türkiye'de Adalete Erişim? OHAL İşlemlerini İnceleme Komisyonuna Dair Bir Değerlendirme

Türkiye İnsan Hakları Davalarına Destek Projesi Raporu

Türkiye'de adalete erişim, özellikle Temmuz 2016’da ilan edilen olağanüstü hal döneminde yaşanan hak ihlalleri açısından büyük zorluklar barındırmakta. OHAL döneminde Anayasa’nın OHAL süreci için öngördüğü istisnai yetkilere dayanan Hükümet, yayınladığı 30’dan fazla kanun hükmünde kararnameyle, sayısız temel hak ve özgürlüğü ciddi ölçüde sınırlayan ve bazı durumlarda bu özgürlükleri hepten ortadan kaldıran bir dizi “atipik” yola başvurdu. Bireysel gerekçe ya da delil gösterilmeden, yüz binden fazla kamu çalışanı toplu olarak işten çıkarıldı ve içlerinde gazete, televizyon, dernek ve vakıfların da olduğu tüzel kişilikler kapatıldı. Bu kararlara karşı uzun süre açık bir itiraz yolunun bulunmaması, bu kişileri bilinmezliğe terk etti. 685 sayılı Kanun Hükmünde Kararnameyle (KHK), OHAL İşlemlerini İnceleme Komisyonunun (“Komisyon”) kurulmasının ardından ise OHAL KHK’leri uyarınca görevden alınmış olan on binlerce kişi ​​ve kapatılmış olan çok sayıda kuruluş yargı yoluna gitmeden önce Komisyon'a başvurmak zorunda bırakıldı.

Türkiye İnsan Hakları Davalarına Destek projesi (TLSP), Komisyonun, çalışmaya başlamasının üzerinden bir yıl geçtikten sonra, OHAL kapsamında alınmış olan önlemlere karşı etkili bir itiraz yolu mu olduğu, yoksa mağdurların adalete erişiminde karşılaştıkları başka bir engel mi olduğu temel sorusuna dair bir araştırma yürütmeye başladı. Araştırma sürecinde araştırmacımız ve TLSP ekibi, Komisyon tarafından verilmiş olan 193 kararın gerekçelerinin yanında, ulusal mevzuat, rapor ve istatistikleri inceleyerek ve yine içlerinde avukatlar, başvuru sahipleri ve uzmanların da bulunduğu kişilerle görüşmeler yaparak topladıkları nitel ve nicel verilere dayanarak bir değerlendirme raporu hazırladı. Bu raporda, Komisyonun yapısı ve işleyişi, adalete erişimle ilişkili temel insan hakları konuları göz önünde bulundurularak incelendi. Ayrıca, uluslararası hukukta kabul edilmiş olan etkili başvuru hakkı standartları ışığında Komisyon kararları incelenerek, Komisyonun hem teoride hem de uygulamada etkili bir hukuk yolu olup olmadığına dair değerlendirmeler yapıldı.

Bütün bu veri ve bulgular ışığında, OHAL Komisyonuna dair araştırma özetle şu sonuçları beraberinde getirmiştir: Ad hoc bir başvuru yolu olarak kurulan Komisyon, bağımsızlık ve tarafsızlığını temin eden yapısal ve pratik güvencelerden yoksundur ve OHAL tedbirlerinin incelenmesinde adil ve etkili bir hukuki süreci sağlamada yetersiz kalmaktadır. Başvuranlar, haklarında öne sürülen suçlama veya deliller hakkında önceden bilgi sahibi olmadan yasadışı herhangi bir grup veya kuruluşla hiçbir bağlantılarının olmadığını kanıtlamak zorunda bırakılmaktadır. Bu durum, Komisyon önündeki işlemlerin şeffaf olmaması ve başvurucuların sürece anlamlı bir şekilde katılımının sağlanmamasıyla daha da vahim bir hal almaktadır. Bir kişinin yasadışı bir örgüt ile var olduğu iddia edilen bağlantısının değerlendirilmesinde, Komisyon, disiplin veya cezai sorumluluğu gerektirebilecek bir icraatın kanıtlanmasını aramaksızın, günlük yaşam uygulamalarını suç sayarak çok düşük bir kanıt eşiği esasına göre karar vermektedir. Raporda detaylarına yer verilen diğer nedenlerin yanı sıra, Komisyon, çoğunlukla kararlarında, istihbarat bilgisine, gizli tanık ifadelerine veya “sosyal çevreler”den elde edildiği belirtilen ancak doğrulanamayan bilgilere dayanmakta ve başvuranlara bu delilleri tartışma imkânı vermemektedir. Bu bağlamda, temel hak arama özgürlüğü ilkelerine aykırı olarak yaptığı incelemeler sonucunda, büyük çoğunluğunu reddettiği, ve daha birçoğunu da halen karara bağlamadığı başvurular göz önünde bulundurulduğunda, Komisyonun, uluslararası hukukta kabul edilmiş olan etkili başvuru hakkı ilkelerini karşılamadığı sonucuna ulaşılmıştır.

Raporun Türkçe çevirisi kısa bir süre içeresinde yayınlanacaktır. İngilizce metnine buradan ulaşabilirsiniz.

Access to Justice in Turkey? A Review of the State of Emergency Inquiry Commission 

A Report from the Turkey Litigation Support Project 

Securing access to justice in Turkey remains a big challenge, especially for those whose rights were violated during the State of Emergency declared in July 2016. During the State of Emergency, the Government adopted a number of “atypical” emergency measures under more than 30 executive decrees seriously limiting and, in some cases, totally waiving numerous fundamental rights and freedoms by relying on exceptional powers under the Constitution. One hundred thousand public sector workers were dismissed and legal entities including newspapers, television companies, associations and foundations were closed down without individualized reasoning or evidence to support these actions. For a long time, the lack of a clear avenue for appeal of these decisions left those affected in obscurity. Following the adoption of the Decree Law No. 685, establishing the State of Emergency Inquiry Commission (“the Commission”), tens of thousands of people who were dismissed and the entities closed under the emergency decree laws have been forced to apply to the Commission before having recourse to a judicial remedy.

A year after the operation of the Commission, the Turkey Human Rights Litigation Support Project (TLSP), started to carry out a research study to assess whether the Commission offered an effective remedy to challenge measures adopted during the state of emergency or whether it stood as yet another obstacle for victims to overcome in order to access justice in Turkey.  During the study our researcher and the TLSP team reviewed the decisions and reasoning adopted by the Commission in 193 applications as well as national legislation, reports and statistics. The project collected qualitative and quantitative data supported by interviews with lawyers, applicants and experts and prepared an evaluation report by analysing this data. In this report, the Commission’s structure and functioning is evaluated by taking into account the main human rights issues with regards access to justice. Moreover, the decisions of the Commission are examined to determine whether it constitutes an effective legal remedy, in theory and in practice, in the light of the standards of the right to an effective remedy under international law.

In the light of this data, the study on the State of Emergency Inquiry Commission reached the following conclusions: The Commission which was established as an ad hoc remedy does not have structural and practical safeguards ensuring its independence and impartiality and fails in capacity to provide a fair and effective process in the review of emergency measures. Applicants are forced to prove that they have no links with any proscribed groups or organisations without any prior knowledge about accusations or evidence against them. The situation is exacerbated by the lack of transparency and denial of meaningful participation in proceedings before the Commission. In the assessment of a person’s alleged link with a proscribed group, the Commission uses a very low evidential threshold, criminalizing everyday life practices without requiring proof of any disciplinary or criminal wrongdoing. Among others, the Commission mainly relies on intelligence information, confidential witness statements or unverifiable information obtained from so-called “social circles” without any possibility given to the applicants to challenge them. Finally, having rejected the vast majority of the applications in the proceedings short of fundamental due process guarantees, and with many more applications still pending before it, the Commission has demonstrably failed to meet with the standards of the right to an effective remedy under international law.

A Turkish translation of the report will be published soon. The report in English can be downloaded here and an executive summary in Turkish is available here.

 

The Turkey Litigation Support Project hosts a strategic discussion meeting in London

On 3-4th October, the Turkey Litigation Support Project (TLSP) organised a roundtable on the use of strategic litigation in the context of the human rights crisis in Turkey. The meeting took place at the Law Faculty of the University of Middlesex in London, and the TLSP team was joined by key lawyers, NGO representatives, academics and activists engaged in or supporting human rights litigation in Turkey. During the meeting, the participants shared their experiences and discussed numerous issues related to the challenges of human rights litigation in Turkey and beyond to reflect on how human rights litigators might think strategically going forward.

Pic.JPG